1 Eylül 2009 Salı
Cengiz Abazoğlu ile Röportaj
bütünlük halinde. İçimden gelen her şeyi yapmak ve mutlu olmak istiyorum. Tabii bazen sıkıştığın, strese girdiğin zamanlar oluyor. Olumlamalar yapıyorum kendime hemen... Etrafımdaki herkese bir şekilde sevgi vermek istiyorum.
13. İstanbul Moda Fuarı, geçen hafta Cengiz Abazoğlu’nun 2009-2010 Sonbahar/Kış koleksiyonunu tanıttığı defileyle açıldı. CNR’daki defilede birçok başarılı manken podyuma çıktı. Ama o göz kamaştırıcı kalabalığa rağmen tüm dikkatler Tuğçe Kazaz’ın üzerindeydi... Birkaç aydır ıstanbul’da olan ve Yunan eşi Yorgo Seitaridis’ten boşanacağı konuşulan Kazaz, defile öncesi ve sonrasında basın mensupları tarafından ablukaya alındı. Kazaz, her ne kadar konuşma taraftarı olmasa da, Kelebek’in sorularını yanıtsız bırakmadı.
Cengiz Abazoğlu’nun Paris şovunun hemen ertesinde, ıstanbul’daki defilesindesiniz. Öncelikle soralım: Koleksiyonu nasıl buldunuz?
- Gayet güzel, gayet seksi ve dişi... Bu şeyleri günlük hayatta, vapura binerken giymek mümkün değil tabii... Ama ben böyle işlerin içinde kendimi başka dünyalara taşıyorum. Çıplakken de kendine güvenmeyi bilmen lazım. Ama saç, makyaj, elbise ve yürümek derken, iş değişiyor. Hani çocukken annelerimizin elbisesini giyip havalara girerdik ya, ben podyuma çıktığımda birazcık öyle hissediyorum. Podyum benim oyun oynama alanım.
Cengiz Abazoğlu’nun sizde nasıl bir yeri var?
- Ben 2001 yılından beri Cengiz’le çalışıyorum. Bu süre kimine göre çok uzun, kimine göre belki çok kısadır. Sonuçta zaman göreceli bir kavram... Neyse... Sekiz senedir bir şekilde yol arkadaşlığı yapıyoruz işte... Cengiz Abazoğlu, Türkiye’nin başarılı modacılarından ve yetenekli insanlarından biri. Normalde insanlar hakkında iyi ya da kötü konuşmayı sevmem. Ama Cengiz’in kıyafetlerini giydiğimde kendimi iyi hissediyorum.
HAYIR DEMEYİ BİLMEK LAZIM
Artık eskisinden çok daha nadir rastlıyoruz size podyumlarda... Neden? Yavaş yavaş mankenliği bırakmayı mı düşünüyorsunuz yoksa?
- Hayır, özel bir sebebi yok bunun... Hayrıma öyle oluyormuş demek ki, öyle devam ediyor. Aklıma yatan ve hoşlandığım işleri kabul ediyorum hâlâ...
Belki de çok seçici davranıyorsunuz.
- Bazen “Hayır” demeyi bilmek lazım bence... Her şeyi içimden geldiği için yaptım şu ana kadar. ıçimdeki sesi dinliyorum. O ses “Yap” derse de yapıyorum.
Arkanızdan yeni modeller geliyor. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Müthiş hoşuma gidiyor. Tempo’nun kapağında “yeni modeller” diye bir konu vardı bu ay... Önce tabii “hop” diye ego giriyor devreye. Ama sonra bastırıyorum o egoyu... Arkamızdan yeni ve başarılı insanlar elbette gelecek. Onları kendilerine has bakışları, duruşları ve dövmeleri ile görmek çok hoşuma gidiyor. Başka bir tavır getirecekler podyumlara...
Eskiden dövme ve piercing podyumda pek makbul sayılmıyordu, sorun olarak görülüyordu. Ama sanırım bunlar sorun olmaktan çıktı artık...
- Her şey değişiyor. Ona bakarsanız insanlar eskiden toplantılara da hesap makinesiyle giderlerdi. Her şey akışında güzel. Dövme, tarihi binlerce yıl öncesine dayanan bir süs sanatı ve felsefesi var. Ben çok seviyorum. Olsun da zaten. Her şey olduğu gibi güzel, her şey herkesin hayrına... Geldiği gibi kabul etmek lazım hayatı.
KENDİ KADERİMİ KENDİM YAZARIM
Kaderci misinizdir?
- Kendi kaderimi kendim yarattığıma inanırım. Bu da bir teslimiyet aslında... Ne düşündüğümüz çok önemli. Çünkü düşünce harekete geçirir. Her şey olduğu gibi güzel. Tüm gelişi ve akışı kabul ediyor, bunun için şükrediyorum.
Kullanmaktan çekindiğiniz kelimeler var mı?
- “ılk”, “en” ve “daha” kelimelerini kullanmaktan nefret ediyorum ve hayatımdan çıkarmaya çalışıyorum. Çok gereksizler çünkü... Yarış atı durumuna sokuyor insanları. Düşünsenize bir, böyle dertlerimiz hiç olmasa hayatta... “Ben senden daha iyiyim”, “Ben en iyisi olayım” ya da “Ben ilk olayım” gibi cümleler bana sıkıntı veriyor. Yarışta hissediyorum o zaman kendimi... Herkes yaratılmış, kimsenin kimseyi yargılamasına gerek yok.
Yaptıklarınızdan pişmanlık duyduğunuz zamanlar oluyor mu?
- Her yaptığım şey için önce kendi onayımı alırım. Daha doğrusu kendi onayımı sadece kendimden alırım. Ben kendi kendime yeterim çünkü... Sevgiyim her şeyden önce ve insanlara sevgi veriyorum. Bu yüzden de kimseyi yargılamıyorum. Yargılamamaya gayret gösteriyorum.
HERKESE SEVGİ VERMEK İSTİYORUM
Sözleriniz, içsel yolculuğunuzda uzun bir yol kat ettiğinizi gösteriyor.
- Ne kadar yol kat ettiğimi bilemem... Huzuru aradığımı, huzura giden bir yolum olduğunu biliyorum ve kendi içsel yolculuğumda maddiyat olmadan, çıplak halimle mutlu olmayı öğreniyorum. Doğru ya da yanlış diye bir şey var mı, bilmiyorum. Zaten ikisi beraber bir bütünlük halinde.
“Beni rahat bırakın” dediğiniz oluyor mu zaman zaman?
- O durumlarda kendi kendimin rahatını sağlıyorum. Buraya sadece işimi yapmak için geliyorum. Bir bakıyorum backstage’de sizler varsınız. Buradaki yorumlarım sizler aracılığıyla binlerce insana ulaşacak. Bu aralar fark ediyorum ki, insanlar bir şekilde benim hayatımı merak ediyorlar. Benim zaten bir duruşum var, ben böyle yaşıyorum. ıçimden gelen her şeyi yapmak ve mutlu olmak istiyorum. Tabii bazen sıkıştığın, strese girdiğin zamanlar oluyor. Olumlamalar yapıyorum kendime hemen... Mesela ben meşhur olmadan önce de bir bütündüm aslında. Bir şekilde hayatta rahatımı buluyorum. Ben, etrafımdaki herkese bir şekilde sevgi vermek istiyorum.
Son bir soru... Türkiye’de geçirdiğiniz günlerde rol aldığınız “Cin Geçidi” filmi yakında vizyona girecek, heyecanlı mısınız?
- Evet... Film 13 Mart’ta vizyona giriyor. Bakalım, hayırlısı olsun... Bugüne kadar “Kampusistan” adında bir dizide ve Yunanistan’da da bir sinema filmi ile bir televizyon filminde rol almıştım. Bu benim dördüncü işim. Yunanistan’da üç sene boyunca aldığım oyunculuk eğitiminin avantajlarını gördüm.
HER ŞEY BENİM HAYRIMA
Kendinizle barışık mısınız?
- Olmadığım ve dolayısıyla korktuğum zamanlar oluyor. Acaba da deniyor tabii, denmez mi? Ama onun cevabı şu sözde ve inanışta yatıyor: “Olan her şey benim en yüce hayrımadır”... Yanılabilme korkusu yaşıyorsun. Diyorum ya, seninle otururken bile başıma gelen her deneyimin hayrıma olduğuna inanıyorum.
Doğu felsefeleriyle mi uğraşıyorsunuz?
- Tabii ki okuyorum, bunlar kendiliğinden pat diye ortaya çıkmıyor. Okuduğum, gördüğüm ve yaşadıklarımın birikimidir hepsi. Zaten kitaplar tek bir şeyden bahsediyor; o da sevgi... Ben kendini anlamaya çalışan biriyim.
Garry Kasparov ile Röportaj
Kasparov'la Yıldırım Röportaj: Linares, Leko ve püf noktaları. Dünyanın #1 oyuncusu amatör satranççıların sorularını cevaplıyor .
Satranca yeni başlayanlar hangi açılışları oynamalı ve na kadar farklı açılış öğrenmeliler?
Başlangıç seviyesinde açılışlar o kadar da önemli değildir. Önemli olan sık ve kendi seviyenizdeki rakiplerle oynamaktır. Daha çok taktik oyun ve oyunsonları üzerine eğilmeli. KCU 'yu (Kasparov Chess University) deneyin ve bol bol pratik yapın.
Size göre Leko, oyununu bir gün dünya şampiyonluğu maçında oynayabilecek kadar geliştirebilir mi?
Gerçekten çok çaba gösteriyor bu da o nun için iyi bir artı. Tüm gücüyle sınırlarını zorluyor. Linares'de iyi mücadele etti. Bu sefer farklıydı. 2000 ile 99'un aksine kazanç için çok savaştı ve mücadeleci konumlar yarattı. Bununla beraber, oyunları çok zorladığı için daha kötü sonuçlar elde etti.
Bu belki de Bareev'in "barışçı satranç" hakkındaki düşüncelerine dolaylı bir cevaptır. Bir kez o şekilde oynamaya başladığınız zaman normal satranca dönmeniz güçleşmektedir. Linares'de Leko'yu izleyebildim, pek de memnun değildi. Karpov'la olan zaman sıkışmasından sonra gördüm. Başta o nun için kazançtı zaman kontrolünden sonra ise berabere idi. Yüz rengi, ceketi gibi açık sarıya döndü. O an Leko'yu hislerini dışarı vururken gördüğüm ilk andı. Leko iyimser ve cana yakın biri. Satranç tahtası başında paranoyaya ve öyle karanlık düşüncelere sahip değil.
Sanırım tüm olay çevreyle ilgiliydi. Satranç dünyasının istediği gibi oynadı. Ama herkesin kendine has bir karakteri vardır ve o nun karakteri de böyle. Ama bir an kendi metodları ona yetersiz geldi. o na mükemmel başarıyı getirmedi. Stili o nu tepeye taşıdı ama ya devamı? Las Vegas 1999'dan sonra değişmeye çalışıyordu ama şimdi oynadığı yeni satranç problem çıkartıyor. FIDE şampiyonasında Khalifman'a kaybetti. ikili maçta Kramnik'e yenildi (Tabii ki Kramnik daha kuvvetli bir oyuncu ama bir noktada skor eşitti.). Wijk aan Zee'de o kadar da çaba göstermiyordu, ama Linares'de gerçekten azimliydi.
Karpov
(29.Vf1!! Kimse Leko'dan böyle bir hamle beklemiyordu. 29.Fe3 Vd3 30.Kec5 Khd8 31. Kc7 Kd7 32.f4 Vb5 33.fg hg 34.Kd7 Vd7 35.f4 an fazla berabere olurdu.)
Vladimir Kramnik'le rövanş maçınızda neyi farklı yapacaksınız?
Kazanacağım!
Okumam gereken en önemli 3 kitap hangileridir? (Daha yeni 1697 gibi bir rating çıkardım ve sadece 8 turnuva oyunu oynadım.)
Bugünde hala okumamız yararlı olan eski ustaların yazdığı kitaplar hangileridir?
Leko
Bu konuda yeni bir şeyler söyleyebileceğimi zannetmiyorum; iyi kitaplar hala en iyi olmaya devam ediyor. David Bronstein'in Zürih 1953'ü, Paul Keres 1948, Alexander Alekhine'in New york 1924'ü, Bobby Fischer'in "My 60 Memorable Games"i gibi...
Fantastik mücadeleci satrancınızdan dolayı tebrikler. Son turda Grischuk'a karşı galibiyetinizde hangi hamlede mata giden planı tasarladınız. Pek çok oyunda "!!" alan hamleler görüyoruz ama burada durum farklıydı. Sanki rakibiniz kendi oyununu kurabilir gibi gözüküyordu ama aslında daha yüksek bir planın kontrolü altına girmişti.
Bunun kısa cevabı şu ki; oyunun sonlarında Grishchuk matı görmedi. Uzun bir turnuva sonucunda yorgundu. a7'nin boşta olduğunu görmeyerek Fe3'ü kaçırdı daha sonra da koordinasyonu sağlayamadı. Buna rağmen berabereye çok yakındı. Sonra 27... Kb7 oynadı ki büyük olasılıkla oyundaki ilk hatasıydı. 28.g4'den sonra o nu yakaladım. Tamamen kayıp olmasa da çok zor bir vaziyete düşürdüm. Çok yorgundum ve yeterince konsantre olamamıştım. Sonra öteki oyunlara baktım ve gördüm ki bir mucize gerçekleşebilirdi! Shirov kazanıyordu. Leko berabere yapıyordu. Heyecanlandım.
Herkes bilir ki yorgunken özellikle de ters renkli fil finali oynarken kazanmak çok zordur. Ufak bir hata ve geriye hiç bir şey kalmaz. Daha sonra Fille bir saldırı imkanı farkettim. Analizi zor bir fikirdi. Bu tür konumları hesaplamak bilgisayarlar için kolay ama Kg7-Kg6'yı ve tüm matı görmek hiç de kolay değil. O devam yoluna girmeye karar verdim. Grishchuk Fb2'ye kadar tehlikeyi sezmedi. Şf7'den sonra memnun gözüktü ama sonra Şahın kaçacak bir yeri olmayıp benim mat ettiğimi gördü. Sonuç olarak 41.b5 oynadığımda fikri gördüm 43.Kg5 oynamadan da her şeyi hesapladım.
41.b5 ! | 43.Kg5 | |
Grishchuk | ||
Kasparov |
Terk.
Tülin Şahin ile Röportaj
Can İkinci ile Röportaj
| |||||
Eren Güler / hurriyet.com.tr | |||||
Arabasıyla giderken bir yandan kahve içen, elinde kocaman kahve bardaklarıyla birbirleriyle konuşa konuşa yürüyen, bir taraftan kahvesini içerken öte taraftan dizüstü bilgisayarını açıp kafelerde oturan insanların sayısı giderek artıyor. Peki Türkiye'de bu akımın en önemli aktörü kim diye sorarsanız, herhalde cevap tek olur... Starbucks... Dünya kahve devi Starbucks Türkiye'ye geleli 5 sene oldu. Al Shaya grubun lisansörlüğünde Türkiye'ye gelen Starbucks, aradan geçen 5 yılda hızla büyüdü ve yakında şube sayısını üç haneli rakamlara çıkartacak. Starbucks'ın pazardaki konumunu, hedeflerini ve kahveleriyle ilgili tüm bilinmeyenleri Starbucks Genel Müdürü Can İkinci ile konuştuk. Şirketin henüz 32 yaşındaki genel müdürünün ilginç kariyer hikayesi ile Starbucks'ın 2007 kahve elçisi Cihan Tufan'ın bizim için hazırladığı kahve tadım seansından deneyimleri de yine bu satırlarda bulabilirsiniz... 100'ÜNCÜ MAĞAZA GELİYOR -Kaç şubeye ulaştınız? Şu anda 99 tane mağazamız var. 100'üncü mağazayı ise 15 Nisan'da Antalya'da açacağız. Bunun bizim için önemi hem 100'üncü mağaza olması hem de Antalya pazarına ilk kez girecek olmamız... -Açılışa özel bir etkinlik düzenleyecek misiniz? Yeni bir şehire girerken özel birçok aktivite yapıyoruz. 14 Nisan'da gün boyunca mağazamız açık olacak ama satış yapmayacağız. Gelen herkese gün boyunca ikramda bulunup Starbucks'taki değişik ürünleri tanıtacağız. Sokaktan geçerken 'Aa burada Starbucks açılmış' diye girdiğiniz zaman biz size kahve çeşitlerimizden yiyeceklere ve Starbucks'ın felsefesine kadar birçok şeyi anlatacağız. Biz zaten her yeni girdiğimiz il için bu tanıtımı yapıyoruz. - Türkiye'de büyümeye devam edecek misiniz?
-Kaç ilde varsınız? Antalya ile birlikte 8 ilde olacağız. İstanbul, Ankara,İzmir zaten en büyük pazarlarımız. Bunun yanında Bursa'da varız, geçtiğimiz ay İzmit'e açtık, Balıkesir'de hem şehirde hem yol üzerinde mağazalarımız var. Ayrıca İzmir-Bodrum yolunda Söke'de de mağazamız bulunuyor. - Özel olarak önem vereceğiniz bir bölge var mı? Gideceğiz tabii ki. Ama hani bunun için şu yıl olacak diyemem. Sadece bu yıl olmadığını söyleyebilirim... KISA VADELİ DÜŞÜNMÜYORUZ Son dönemde piyasalarda yaşanan sıkıntı malum. Bir taraftan ABD ekonomisi küçülecek mi tartışmaları, diğer taraftan yine bu ülke kaynaklı mortgage krizin diğer ülkelere de yayılan etkileri... Türkiye'nin bir de bunların üzerine siyasi riskleri ve giderek ısınan politik ortamı var. Bu durum grubun büyüme planlarını etkiler mi? Can İkinci, bu soruya net bir yanıt veriyor. "Kesinlikle etkilemiyor. Çünkü biz günlük kararlar verip kısa vadeli düşünen bir yatırımcı değiliz. Al Shaya Türkiye'ye uzun vadeli yatırım yapmaya geldi. Hatta onların yatırım yapmaya karar verdiği zaman sene 2002 idi ve Türkiye daha 2001 yılındaki krizden yeni çıkmaya çalışıyordu. Nereye gidileceği belli olmayan belirsiz bir yıldı. Ama Al Shaya Türkiye'ye çok inandığı ve güvendiği için bu yatırımı yaptı. 2008'de bir türbülans olabilir fakat çok büyük bir hareket beklemiyoruz. Ne olursa olsun grup Türkiye'ye uzun vadeli yatırım için geldi ve bu ülkeye çok güveniyor. ÜÇ BÖLGEDE TOPLANIYOR, AMSTERDAM'DA KAVRULUYOR, TÜRKİYE'DE İÇİLİYOR -Starbucks'ta satılan kahveler Türkiye'ye nasıl geliyor? Türkiye'deki kahve kavrulduktan sonra 1 kiloluk paketler halinde Amsterdam'daki tesisten geliyor. En çok espresso bazlı içecekler tercih ediliyor. Cafe latte, americano veya kapuçino. Zaten dünya genelinde de tercihler bu yönde. Dünyanın neresine giderseniz gidin en popüler içecekler bizdeki gibi latte, kapuçino veya americano gibi içeceklerdir. KAHVELER DÖRT FARKLI ŞEKİLDE DEMLENİYOR
"Bizde kahveyi demlemenin dört tane yolu var. Bir tanesi espresso. Çok yüksek su buharı basıncı ile sıkışmış kahveyi bardağa çekiyoruz. İkincisi filtre kahve. İşte mesela günün kahvesi olarak satılan kahveler bu yöntemle hazırlanıyor. Evlerdeki gibi, filtre kağıdından geçiyor. Üçüncüsü french press, dördüncüsü de Türk kahvesi..." STARBUCKS PAHALI MI? - Fiyat seviyenizi nasıl buluyorsunuz? "Biz Starbucks olarak belli bir gelir grubuna, belli bir kategoriye veya segmente hitap etmeye çalışmıyoruz. Herkesin markası olmaya çalışıyoruz. Amacımız da bu çizgiyi muhafaza ederek, 'ulaşılabilir lüks' olmak... Yani herkesin, her gelir seviyesindeki insanların içeri girip kendine göre birşeyler bulabilecekleri bir marka olmak istiyoruz. Bu çerçevede baktığınız zaman fiyatı son derece uygun olan ürünlerimiz de var, içine koyduğunuz malzemeye göre daha yüksek ürünler de var... Mesela günün kahvesi diye bir hizmetimiz var. Bu bizde çok popüler. Özellikle farklı tatlar denemek isteyenler çok fazla tercih ediyor. Fiyatı da diğerlerine göre daha uygun... Biz fiyatlarımızın pahalı olmadığını düşünüyoruz. Çünkü Türkiye'deki diğer rakamlara bakın, bir de Starbucks'un espressosuna bakın, zaten resim orada ortaya çıkıyor. Starbucks piyasanın üzerinde değil, tam tersine altında... Evet var ve biz hep onu kırmaya çalışıyoruz. Çünkü gerçekten bire bir karşılaştırdığınza biz büyük bir çoğunluğun altındayız." Yok, biz herhangi bir şekilde reklam veya promosyon yapmıyoruz. O yüzden mümkün olduğunca ağızdan ağıza pazarlamaya inanıyoruz. Mesela siz eğer günün - Hiç şube kapattınız mı? Starbucks'ın Türkiye'de satışa sunduğu kahve çeşitleri arasında bir tanesi var ki, başka hiçbir ülkede satılmıyor... Bildiniz, Türk kahvesi. Ama Starbucks'taki bizim bildiğimize göre biraz daha farklı. Peki Starbucks'larda Türk kahvesine ilgi nasıl? Cevabı Can İkinci veriyor... "Birçok kişi burada Türk kahvesinin satıldığını bilmiyor, hatta olmadığını varsayıyor... Aslında dünyada hiçbir yerde yok, sadece Türkiye'de var... Deneyenler oldukça beğeniyor, bazılarına farklı geliyor. Çünkü bizim kahvelerimiz diğerlerine göre daha çok kavrulmuştur ve daha farklı bir tadı var. Bizim damağımız daha az kavrulmuş tatlara alışık. Biz Starbucks'un değişik harmanlarından Türk kahvesine en uygun olduğunu düşündüğümüz bir karışım yarattık. Çok beğeniliyor ama dediğim gibi birçok kişi bilmediği için satışlarımız arasındaki oranı çok düşük. - Türk kahvesini yurtdışındaki mağazalarınızda da görebilecek miyiz?
En çok şikayet aldığımız konuya gelince... Şimdi bizim her mağazada misafir görüş formlarımız var. Bu görüş formlarını doldururup kutuya atabilirsiniz, internetten şikayetlerinizi dile getirebilirsiniz veya merkezi telefon sistemimizi kullanabilirsiniz. Bize bu yollardan ayda 1000'in üzerinde şikayet ulaşıyor. En çok aldığımız görüşler, 'niçin şurada Starbucks yok?' şeklinde... Bazen bana diyorlar, 'Bağdat Caddesi'nde niye 5 tane Starbucks var, her yer Starbucks doldu' ama size anlatamam kaç kişiden 'yakın bir yere Starbucks açın' talebi geldiğini... Bunun haricinde öne çıkan herhangi bir şikayet yok. Ama biz gelen her türlü şikayeti değerlendirmeye alıyoruz. Olumsuz görüşlerin yüzde 95'in üzerinde geri dönüldüğünün raporu geliyor bana.. -Nasıl kahve uzmanı olunuyor? Bu genel bir şirket politikası. Hiçbir hiyerarşi olmayan, herkesin birbiriyle rahatlıkla konuştuğu, demokratik bir şirketiz. Yani bir mağazada çöpü çıkaran, ya da masanızı temizleyen personel mağaza müdürü de olabilir barista da olabilir. Hayır yok. Zaten Starbucks'ın dünya genelinde hiçbir mağazasında bayilik sistemi yok. Bu Starbucks'ın global stratejisine aykırı. Ayrıca biz Al Shaya olarak Starbucks'ın buradaki lisansörüyüz, yani biz de bayiyiz. Sadece bütün Türkiye, Ortadoğu ve Rusya için bayiyiz. Bizim bir alt bayi hakkımız da yok. - Müşteri geldi kahve aldı ve diyelim beğenmedi... SİYAH ÖNLÜKLÜ BİRİSİNİ GÖRÜRSENİZ... -Türkiye'deki Starbucks'larda toplam kaç kişi çalışıyor? Bizde herkes kahve tadımcıdr. O yüzden kahve tadımı yaptıran ve kahve sohbeti düzenleyen kişiler kahve uzmanı demek doğru değil. Herkes yapabilir. Kahve Zaten Starbucks dünyada hangi pazara girerse girsin, önce deniyor ki 'eyvah dünya markası geldi, yerel rekabeti mahvedecek' fakat gerçekleşene bakarsanız, bir anda o bölgede herkes kafe açmaya başlar. Şimdi bizim yeni girdiğimiz illerde de bunu göreceksiniz. Çok ciddi bir kafe patlaması göreceksiniz. Yerel girişimcilere yeni fırsat kapıları açıyoruz. Gelir herhalde... Gelmemesi için bir indikasyon yok... Memnun tabii ki. 2003'te ilk yatırımları yaparken beklentileri neydi bilmiyorum mevcut durumdan memnunlar. Hem Al Shaya, hem de Starbcuks Company çok memnun... - İşe alacağınız kişileri nasıl seçiyorsunuz? Tek ve en önemli kriterimiz güleryüz. Mezuniyet önemli değil. Yani güleyüzlü olsun, düzgün servis versin, bizi iyi temsil etsin... Bu kadar... Biz hiçbir ayırım yapmıyoruz. Tabii daha sonra o kişinin nasıl yükseleceğini belirleyen çok faktör var ama o tamamen objektif. İşte gösterdiği başarılar ve İşe aldık diyelim.. Yeni açılacak bir mağaza için ise bir ay eğitim süreci oluyor. Bunun ilk 1 haftası sınıf eğitimi ile geçiyor. Starbucks nedir, felsefesi nedir, misafirlere nasıl yaklaşmalıyız ve kahve bilgisi gibi konularda eğitim veriyoruz. Sonra da üç hafta başka mağazada eğitim görüyor ve barista sertifikası kazanıyor. Açık olan bir mağazaya geliyorsa, yine önce bir sınıf eğitimi alıyor, arkasından çalışacağı mağazaya geliyor. Ancak eğitim orada bitmiyor. Eğitim bana kadar her seviyede çok yoğun bir şekilde devam ediyor. Bir barista, hijyen eğitiminden, yiyecek eğitimine kadar 1 yılda 5-6 kez eğitim alıyor. - Bir barista ne kadar zamanda müdür olabiliyor? Geçmişte yükselenlere bakarsak, üç senede yapanlar bile var, ama 6 senede de olabiliyor, bu süre çok değişir. Fakat şunun altını çizmeliyim, bizde herkesin önü çok açık. Zaten Starbucks'da bizim çalışanlara sunduğumuz en önemli ayrıştırıcı faktör bu. Gerçekten çok iyi bir kariyer yolu çiiyoruz, çok net kriterlerimiz var. Burası bir patron şirketi değil.. Herekese objektif olarak hem yolunu gösteriyoruz hem de başarılı olursa yükseltiyoruz. - Dışarıdan müdür transfer ediyor musunuz? Evet, o şekilde de yapıyoruz. Çünkü sadece içerden yetiştirmenin de bir şirket için sağlıklı olmadığını düşünüyoruz. Belli bir oranı yakalıyoruz genelde... Tam bir rakam vermeyeyim ama çok değişiyor. Fakat şunu söyleyebilirim, perakende sektör ortalamasının çok altında... kaynak: hürriyet.com.tr |
Rahmi Koç Röportajı
|
20 Ağustos 2009 Perşembe
Ayşe Böhürler ile Ayşe Arman'ın Röportajı
Yeni Şafak yazarı sosyolog Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Müslüman kesimde erkeklerin Sibel Can’dan etkilendiğini yazdı.
Bunun üzerine Sibel Can olayı doğruladı, daha doğrusu üzerine atladı, "Evet, onların rol modeliyim" dedi. O andan itibaren ortalıkta farklı bir kıpırdanma gözlendi. İtiraz edenler, destekleyenler, farklı tespitler ileri sürenler. Haliyle İslami kesimin kadın beğenisi konusunda sosyolojik tespitler kondu ortaya. Ben de gittim, fırsattan istifade her zaman ilgimi çeken bu konuyu Kanal 7’nin önde gelen yönetmenlerinden gazeteci Ayşe Böhürler’le (43) konuştum. Doğrusunu söylemek gerekirse, komplekssizliği, sorulara verdiği cevaplardaki rahatlığı, diken üstünde olmaması, çok hoşuma gitti. Her şeyi tartışabileceğimizi, konuşabileceğimizi gördüm. Ve bir kere daha anladım ki, genelleme yapmak doğru bir şey değil. Örtünenlerin hepsine türbanlı demek mümkün değil, hepsinin örtünme sebebi farklı: Kimisi babası yüzünden, kimisi kendi isteğiyle, kimisi çevre baskısı, kimisi geleneksel yaşam tarzı öyle gerektirdiği için. Tek ve toptan açıklamalara karşı Ayşe Böhürler. Müslüman erkeklerin tercihleri konusunda da öyle düşünüyor.
Öykünüz nerede ne zaman başladı?
- Ailem Nevşehir Ürgüplü, ben Kayseri doğumluyum. İlkokuldan sonra İstanbul’a geldim. Erenköy Kız Lisesi’ni bitirdim. İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okudum. Evlendim, çocuklarım oldu. 11 yıldır Kanal 7’de yönetmenlik yapıyorum. AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu üyesiyim.
Ne zaman örtündünüz?
- 21 yaşında. Üniversiteyi yeni bitirmiştim.
Bir gün, öyle ansızın mı?..
- Sayılmaz. Başörtüsü konusunda, daha önce de gelgitlerim olmuştu. Lise 1’de de örtünmeyi denedim. Beceremedim. O zamanlar örtü, çok marjinal bir şeydi. Kimse örtmüyordu başını. Herkes yazlığa gidiyor, ben sap gibi kalıyordum. Zaten reaksiyoner bir karardı. Vazgeçtim. Ama üniversiteyi bitince, tekrar bir hamle yaptım.
Anneniz?
- Annem, örtülü bir Anadolu kadını. Ama örtüyü teşvik eden birisi asla değildi. Zaten ailem, itiraz etti. Abilerim çalışma hayatım ve geleceğim açısından, bu kararın beni çok zorlayacağını söyledi.
İnsan neden örtünmeyi ister ya da siz neden istediniz?
- Bu sizin eğiliminiz, arayışlarınız. Biz 12 Eylül öncesi çocuklarıyız, hepimizde var bu: Bir yere tutunmak, sorularımıza cevap bulmak...
Eşiniz?
- Eşimin bu işle alakası yok. O zaten dini kökenli birisi değildi. Kendisi Marksist kökenlidir. Ama 12 Eylül sonrası, onun da bir dindarlaşma süreci oldu. "Biz bunu kendimize bir hayat tarzı olarak seçelim" dedik, "Daha İslami, daha dindar bir hayat tarzı." Marksist de olabilirdim, dindar olmayı seçtim. Eşim içki içerdi, o içkiyi bıraktı; ben de örtündüm...
21 yıl başı açık dolaşmak, sonra kapanmak... Bu nasıl bir şeydir?
- Zor bir şeydir. Bir kere, insanın alışkanlıklarından vazgeçmesi zor. Başörtüsü taktığınız anda kıyafetleriniz bile, ister istemez başkalaşıyor. Mesela örtündüktün sonra, fark ettim ki gardırobum pantolon dolu, oysa etek giymem gerekiyor. Yeni bir tarz oluşturmak hiç kolay değil. İnsan bocalıyor. Fakat an geliyor şöyle diyorsunuz, "Bu benim seçimim, ben daha dindar bir hayat seçiyorum..."
"Dindar bir hayat tarzı"yla tam olarak neyi kastediyorsunuz?
- Günlük hayatınızı namazlarınıza göre planlıyorsunuz. İnsanlarla ilişkilerinizde daha itinalı oluyorsunuz. Ahlaki anlamda her şeye biraz daha dikkat ediyorsunuz...
Bütün bunlar örtünmeden yapılamıyor mu?
- Yapılır. Nitekim, yapılıyor da. Ama örtü, sizi bir anlamda tamamlayan şey gibi...
İsterseniz vazgeçebilir misiniz?
- Elbette. Ama ben bunun dinin bir emri olduğunu düşündüğüm için vazgeçmek istemiyorum.
GÖNÜLLÜ BAŞTAN ÇIKIŞ
21 yıl sonra hayatınızda ne tür değişiklikler oldu?
- Nereden başlayayım ki anlatmaya? İçkili restoranlara gitmemeye başladım. Bikinili, mayolu denize giremez oldum.
Şimdi nasıl giriyorsunuz?
- Çok nadiren giriyorum. Hatta hiç girmiyorum.
Bu, size tuhaf gelmiyor mu?
- Geliyor. Ama yapacak bir şey yok. Ben bir tercih kullandım. Gerekirse denizden mahrum kalırım.
Elbiseyle girmek...
- Yok, o bana göre değil. Özel havuzumuz da olmadığına göre, yüzme kavramı hayatımdan tamamen çıktı. Önceleri
Başka?
- Önceden gece kulübü olmasa bile, müzikli yerlere giderdim, şimdi gidemiyorum. Örtülü biriyseniz, o tür ortamlar size hitap etmiyor.
Desenize, insanı birdenbire yaşlandıran bir şey!
- Alakası yok. Kendinize başka tür mutluluk kaynakları buluyorsunuz...
Peki, erkeklerin bakışı değişiyor mu?
- Evet, erkeklerin size bakacağı bir formdan kendinizi çıkarmış oluyorsunuz.
Bu, üzücü olsa gerek...
- Tam tersine. Onlarla birlikte çalışıyorsunuz, tartışıyorsunuz, konuşuyorsunuz ama aranıza daha bir mesafe girmiş oluyor.
Artık arzu nesnesi olmaktan çıkıyorsunuz.
- Elbette.
Bir kadın bunu nasıl ister, hiç anlamıyorum! Hepimiz karşı cins tarafından beğenilmek isteriz...
- Bir dine inanıyorsanız, o dinin kurallarına ve ilkelerine de inanıyorsunuz. Allah öyle emretmiş. Ben olaya böyle bakıyorum. Benimki gönüllü bir baştan çıkış...
Bir kadın örtülü olabilir, buna rağmen kocası dışında başka erkekler onu arzulayabilir, o zaman ne olacak?
- Bu tür şeyler tarih boyunca olmuştur, olacaktır da. Ama tekrar ediyorum ben Allah’a ve onun getirdiği dinin ilkelerine inanıyorum ve onu uyguluyorum. Ve şunu karşıyım: Hem örtünüp hem de kendini çok beğendirecek hale getirmek. Çünkü örtünmenin mantığıyla zıt. Ama bu sizin görünümünüzü önemsememeniz, çirkin olmanız anlamına gelmiyor. Benim de estetik kaygılarım var. Yine de "Herkes bana baksın" gibisinden pembe bir başörtüsü takmam...
YATARKEN DE BAŞINIZI ÖRTÜYOR MUSUNUZ?
Batılı gazeteciler, size en çok ne soruyor?
- "Yatarken de başınızı örtüyor musunuz?"
Siz ne diyorsunuz?
- Ne diyeyim, gülüyorum ve "Hayır!" diyorum. Bu soru sekmez, hep sorarlar. Geçenlerde RTL röportaja gelmişti, canlı yayın yapıyoruz, reji masasının oradayız. Muhabir, birden en ciddi haliyle şu soruyu sormasın mı: "Başörtüyle nasıl reji yapıyorsunuz?" O zaman da kahkaha attım. Örtü, başımıza yapışmış bir şey değil ki. Dahası reji ve montaj yapmakla başörtüsü ne alaka...
TELEVOLE’YE KARŞI GIYBET FOREVER
Dindar kesimde bir "Sibel Can merakı" tespiti oldu. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Türkiye’de bin bir çeşit erkek var. Hepsinin farklı tercihleri var, elbette Sibel Can tipinde etine dolgun kadınları beğenenler de olacaktır. Ben bunda bir tuhaflık görmüyorum. Tuhaflık, "Dindar insanlar, mükemmel olmak zorundadır" beklentisi. Böyle bir şey yok...
Yani dindar-mindar, erkek, erkektir öyle mi?
- Tabii ki öyle. Biz sadece dindar erkeklerin, zaaflarıyla, hatalarıyla uğraştıklarını ve daha ahlaklı olduklarını düşünüyoruz...
Hoppala!
- Peki umuyoruz diyelim! Gerçekten öyleler mi bilmiyoruz.
Dindar kesim, televole kültürünü neden reddetmiyor?
- Çünkü eğlenceli. Gıybet Forever. Gıybet diye bir tanım var biliyorsunuz...
Hayır bilmiyorum, nedir o?
- Dedikodunun biraz daha dini tanımı. Dini olarak birisini çekiştirmek haram. Ahlaki olarak da yasaklanmış bir şey. Ama herkes sever. Biz de Televole’lere rakip olarak "Gıybet Forever" isimli bir program yapalım diye espri yapıyorduk. İronik bir şey tabii. "Yeşil sosyete" diye bir tanımlama vardır ya, bizim kesimin sosyetesi, işte onların bilinmeyen özel hayatlarını ekrana getirmek. Evde yemek yapıyorlar mı filan. Hatta demosunu bile hazırladım. Ama tehlikeli bulundu...
Yani dindar insanlar da dedikodu sever...
- Ee onlar da insan, sevmezler mi? Bütün hatalar, zaaflar onların da başında var. Sizde olan her şey, bizde de var. Siz şeytan değilsiniz biz de melek değiliz! "Her dindar ahlaklıdır" diye bir iddiada bulunamayız. Şöyle problemler var: Anne baba bilinçli bir seçimle, dini bir hayat seçmiş diyelim. Bu, çocukları da seçecek anlamına gelmiyor. Çocuklar örtünmek istemiyor. Aile ise onları zorluyor. Bu da çeşitli sorunlara yol açıyor...
Demek dindar kesimdeki "sapma" lens takıp Sibel Can’a benzemekten ibaret değil...
- Değil tabii.
Sosyete merakı, marka merakı, kürtaj...
- Bu tür şeyler de yok değil. İnsanın başörtülü olması, zaaflarına engel değil ki. Başının örtülü olması, ahlaklı olmasının tek göstergesi de değil. Biz olsun istiyoruz o ayrı...
Evli bir adamla imam nikahı kıyarak sevişmek, Allah’ı kandırmak değil mi?
- Elbette. Kendinizle çelişirsiniz. En büyük zararı kendinize verirsiniz.
Ee peki neden herkes sizin gibi çıkıp söylemiyor, "Bunlar da bizim ikiyüzlülüklerimiz" demiyor?
- İslami kesim, özellikle kadın meselesinde özeleştiri yapmaya kendini kapatmış. Bunun kendisine zarar vereceğini düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum.
Şöyle kızlar görüyorum, itiraz ettiğim için değil, tespit olarak söylüyorum: Başlarında örtüler var ama kolları açık, bacaklar açık, çorap yok. Eve giderken muhtemelen üzerlerine bir hırka alıp kollarını örtüyorlar....
- Başörtüsü içsel bir şey, inanmadan örtünemezsiniz. Bu bir bilinç hali. Bu sözünü ettiğiniz gençler, göçle birlikte Anadolu’dan gelen ailelerin kızları. Aileler, kızların namusunu korumak için başörtüsü takmalarını talep ediyor. Bunun tabii dinle alakası olmadığı gibi namusla da yok...
Yani örtünmek, namus korumak için yeterli değil.
- Değil tabii. Ama bu, örtülüler namussuz demek değil.
Elbette. Ama örtüsüzler de namussuz demek değil!
- O da değil. Biz sadece örtülülerin daha namuslu olmalarını bekleriz...
Biz de herkesin namuslu olmasını bekleriz! "Örtülülerin daha namuslu olmasını bekleriz" derken, üstünlük taslıyormuşsunuz gibi duruyor...
- Yok hayır. Benim iman olarak, inanç olarak, kapalı insanlara yeğleyeceğim bir sürü başı açık arkadaşım var....
KOCAMLA FLÖRT EDEREK EVLENDİM
Kocanızla flört ettiniz mi?
- Elbette ettim. Ondan sonra evlendim.
Çocuklarınızın nasıl evlenmesini istersiniz?
- Kendi hayat kurallarını kendileri koysunlar, diyeceğim bu. Ben onlara değerleri öğretiyorum. Ahlaklı insanlar olmalarını istiyorum. Yalan söylemeyen, insanları aldatmayan, hile yapmayan. Gerisi onlara kalmış. Örtünmeleri de gerekmiyor.
Bunda samimi misiniz?
- Samimiyim. Çünkü mutlu olmalarını istiyorum. İnsan, hayatta kendi tercih ettiği şeyleri yapmazsa mutlu olmaz. Bense onların, bağımsız ve mutlu karakterler olmalarını istiyorum.
YARIM YAMALAK DİNDAR
Sizde liberaller, tutucular, modernler, anti- modernler, ateistler var. Biz de dağınığız. Bir tarafta yarım yamalak dindarlar var, bir tarafta tasavvufi ekolleri benimseyenler var, bir tarafta benim gibi serseri serbest mayınlar var, bir tarafta birtakım cemaatlere mensup olanlar var, bir tarafta bütün bunlarla alakası olmayan sosyo ekonomik durum gereği dindar görünenler var. Bütün bu farklılar içinde, ortak bir şey bulmak çok mümkün değil. "Neysen o ol ve ortaya koy" gibi bir tanımı bu ülke için oluşturmak hiç kolay değil.
Fotoğraflar: Kutup DALGAKIRAN
Kaynak: Ayşe Arman
Cem Adrian ile Röportaj
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgivB0LQMv3Kw2fVNfd4MEBYga8Mhs4Xr9ZBnKiaP7M-JpQ5QrBKSdKiXZjpQEJpRYI9NGNgevW4f_TDwrjuk8baK6zihWnZIyjfC56U1sk509hEZQfhiXnI5iQy5viy08NgkiQvibU_Pg/s320/cemadrianroportaji.jpg)
"Ses tellerim normalin üç katı uzunluğunda"
Cem Adrian bir kafede falcılık yaparken, sesi Fazıl Say'ın dikkatini çekiyor ve üç gün içinde "özel öğrenci" statüsüyle Bilkent Üniversitesi'nde müzik eğitimine alınıyor. Adrian soprano, alto, tenor, bariton, bas... Doktor ona diyor ki, "Senin ses tellerin normal insanlarınkinin üç katı uzunluğunda"
İlk defa keşke gazeteci değil de televizyoncu olsaydım diye düşünüyorum. Çünkü onun sesini dinletmek istiyorum. Çünkü o "şey"i nasıl yazacağımı bilmiyorum.
O, Fazıl Say'ın son keşfi. O hem soprano hem alto hem tenor hem bariton hem bas... Onun tek sesi yok. O "çok sesli" bir adam. Onun sesinin ne olduğunu bu işin profesörleri bile anlayamıyor. Ve Fazıl Say tutup bu çocuğu bir ses doktoruna götürüyor. Doktor ne mi diyor! "Bu çocuğun ses tellerinin uzunluğu normal insanınkinin üç katı!" diyor. Evet, aynen böyle diyor.
O bütün sesleriyle konuşup şarkı söyleyebiliyor. Bütün seslerinin içinde piyano dışındaki pek çok enstrüman da var: Kontrbas, trombon, trompet...
Adı Cem Adrian. 24 yaşında bir genç adam. Bu cuma bir de CD'si çıktı. Peki Fazıl Say, onu nasıl buluyor? Devamı da röportajda...
Hikayenizin bugüne kadar duyduklarımızdan ne farkı var?
Bilmiyorum.
Nasıl başlıyor peki?
Etiler'de bir kahvede fal bakıyorum. Eylül ayındayız. Devamlı fal baktığım bir müşterim var. Fazıl Say'ın arkadaşı. Müzisyen olmak istediğimi de biliyor. Kendi bestelerimden doldurduğum bir demoyu ona veriyorum. O da Fazıl Say'a götürüyor ve dinletiyor. Aynı gece telefonum çalıyor.
Saat, yer?
Evdeyim, akşam 8.00 civarı. İşten çıkmışım, evde dinleniyorum. Bilmediğim bir numara arıyor. Açıyorum. "Ben Fazıl" diyor. Sesinden tanıyorum. İnanılmaz bir heyecan. Fazıl Say beni arıyor! "Müziğini dinledim, yarın bir yemek yiyelim mi?" diyor. İnanamıyorum. O geceyi internette çalışarak geçiriyorum. Ya bana klasik müzikle ilgili bir şey sorarsa, kendisiyle ilgili bir şey sorarsa... Ertesi gün yemekte Fazıl Say karşımda.
Size ne diyor?
Bana, bu sesle müzik eğitimi alırsam bir dünya starı olabileceğimi söylüyor. Daha beni hiç dinlemeden üstelik. Sadece o demoyla. Sonra "Seni Ankara'da bazı hocalara dinletmek istiyorum" diyor. Üç gün sonra Ankara'dayım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Bilkent Senfoni Orkestrası'nın şefi, ses uzmanı İbrahim Yazıcı'nın karşısındayım. Beni dinliyor. Fazıl Say'a "Çok kullandığı için yıpranmış ama böyle bir ses dünyaya bin yılda bir gelebilir" diyor. Beni Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları'na "özel öğrenci" statüsüyle alıyorlar. O güne kadar nota bile bilmiyorum.
"Ben tek başıma bir koroymuşum, öyle diyorlar"
Neymiş yani sesiniz? Bas mı, bariton mu, tenor mu?
Sesim bas, bariton, tenor, kontrtenor, alto, soprano... Hepsi benim sesim. Bir tek sesim yok benim. Zaten onlar da sesimde bir tuhaflık olduğunu fark ediyorlar ve beni İstanbul'da önemli bir ses doktoruna gönderiyorlar. Fazıl Say randevu alıyor benim için. Ve doktor şaşırıyor. Çünkü ses tellerimin normal insanınkinin üç katı uzunlukta olduğunu öğreniyoruz! Herkes çok şaşkın. Fazıl bey, İbrahim bey, doktor...
Ne kadar olması gerek ses tellerinin uzunluğunun?
Nomalde 1,5 santim civarında oluyormuş.
Ses tellerinizin normal bir insanın üç katı uzunluğunda olması ne anlama geliyor? Siz sakat mısınız, yoksa bu bir lütuf mu?
Aslında haklısınız. Sonuçta anormalite. Ama iyi bir anormallik tabii. Zararı yok, bana faydası var. Ama bir yandan da başka insanlara göre ses tellerim çok daha hassas. Çok dikkat etmem gerekiyor. Bir insan sesine değil, pek çok başka insanın sesine sahibim.
Tek başına bir koro musunuz siz?
Öyle diyorlar! "Hiç enstrümanım yoktu, o yüzden kayıt yaparken trompet oluyordum, sonra kontrbas oluyordum"
Siz ne zaman fark ediyorsunuz kendinizde bu sıra dışı durumu?
Sesimi mi? Sesimin herkesinkinden farklı olduğunu bilmiyorum aslında. Ama bir gün müzisyen olacağımı biliyorum. İlkokuldan beri. Belki 7-8 yaşlarından beri...
Nasıl?
7-8 yaşındayken derslerde, teneffüslerde kaset kapakları tasarlıyorum. O kadar eminim yani ileride müzisyen olup kaset çıkaracağıma. Sonra eve gidiyorum, evdeki teybe sesimi kaydediyorum. Besteler yapıyorum, şarkı söylüyorum. Bir gün keşfedileceğimden eminim. Biliyorum bunu.
Aileniz ne diyor bu durumunuza? Köyün delisi gözüyle mi bakıyorlar size?
Köyün değil de, evin delisi gibi belki. Ama onlar tam olarak farkında değil durumun. Yani benim müzisyen olmak istediğimi bilmiyorlar. Ama ben, söylemesem de biliyorum. Aklım fikrim müzikte. Madonna dinliyorum, Michael Jackson dinliyorum. Kendi bestelerimi yapıyorum.
Henüz ilkokuldayken mi?
Evet ve benim gibi birkaç arkadaşım daha var. Bulmuşum kendim gibi insanları yani. Hepimiz kaset kapaklarımızı tasarlıyoruz. Aramızda rekabet bile var. Sonra tabii yollar ayrılıyor. Herkes üniversite derdinde, ben üniversiteye gitmeyi bile düşünmüyorum. Çünkü müzisyen olacağım! Liseden sonra Edirne'de bir radyoda DJ olarak çalışmaya başlıyorum. Bu arada söylemiş miydim, ailemle Edirne'de yaşıyoruz.
Evet. Röportajdan önce...
DJ olmak tabii teknik imkanlarımı evdekine oranla artırıyor. İşim bittikten sonra stüdyoda kalıp ses kayıtlarımı yapıyorum. Kendi bestelerimi söylüyorum. Bu arada enstrüman olmadığı için enstrüman da ben oluyorum. Araya trompet mi girmesi gerek, trompet sesi çıkarıyorum. Kontrbas mı gerek, kontrbas oluyorum.
Bunun özel bir durum olduğunun farkında mısınız?
Hayır. O sesleri çıkarabilmemin özel bir durum olduğunun farkında değilim. Saf saf, sadece enstrüman olmadığı için, yani mecburen kendi sesimle kapatıyorum açıkları. Bana herkes bu sesleri çıkarabilirmiş gibi geliyor. Ama müziğimin iyi olduğunu biliyorum. İyi müzik yapıyorum ve biliyorum ki keşfedileceğim. Bu arada doldurduğum demoları İstanbul'daki ünlü müzik şirketlerine gönderiyorum.
Yanıt?
Olumsuz. Hepsi geri çeviriyor. "Teşekkür ederiz, ama biz sizin için ne yapabiliriz?" diyorlar. Yılmıyorum. Çünkü biliyorum. Sadece doğru yer olmadığı için olmuyor.
Hani şu müzik şirketlerini yıldıran tiplerden misiniz!
(Gülüyor) Biraz öyle oldu galiba. Olumsuz yanıt geliyor ama ben yenisini doldurup gönderiyorum.
"İstanbul'a geleli 1,5 yıl olmuştu, hâlâ fal bakıyordum"
İstanbul'a nasıl geliyorsunuz?
İstanbul'daki bir arkadaşım "Bu işleri yapacaksan, İstanbul'a gelmen gerek" diyor. Haklı. Kararımı veriyorum. İstanbul'dayım. Taksim'de bir ev tutuyorum. Bütün radyolara, müzik şirketlerine başvuruyorum. DJ olabilirim, cingıllar hazırlayabilirim. Ama iş yok! 17 gün sonunda İstanbul'da tüm param bitmiş olarak kalıyorum. Fal baktığımı bilen bir arkadaşım Taksim'de bir kafede fal bakacak birilerini aradıklarını söylüyor ve işe başlıyorum. Artık falcıyım!
Müzik hayalleri bitiyor mu?
Bitmiyor ama iyice uzaklaşıyorum. Yalnız üç arkadaş Mystica diye bir grup kuruyoruz ve The Ritz-Carlton, Çırağan gibi otellerde dans ve müzik gösterisi yapıyoruz. Caz söylüyorum, rock söylüyorum... Gündüz fal bakıp gece de bazı partilerde sahneye çıkıyoruz. Bu arada Etiler'de bir kafeye geçiyorum yine falcı olarak. İstanbul'a geleli bir buçuk yıl olmuş. Biraz moralim bozulmaya başlıyor ama biliyorum yine de: Başaracağım. Veee...
Başladığınız yere dönüyorsunuz. Yani sizin hikayenizin gerçekten başladığı yere, doğru mu?
Evet. Sonunda o doğru yeri buluyorum. Ve Fazıl Say'a ulaşıyorum.
"İbo'ların döneminden olsaydım adım da Cem Çokses olurdu"
Albümünüz cuma günü piyasaya çıktı değil mi?
Evet. Ben de inanamıyorum. Hep söyledim, biliyordum bunu ama bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmezdim. İmaj Müzik'ten çıktı albümüm. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım" albümün adı. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım", Fazıl Say'ın o demoda dinlediği ve benimle tanışmak istemesine neden olan bestem. Ama albümde "Summertime", "Uzun İnce Bir Yol", "Kimler Geldi Kimler Geçti" de var. Diğerleri benim bestem. Ayrıca "Summertime"ın bir özelliği var. Fazıl Say'ın Bilkent konserinde yaptığımız canlı kayıttan alındı. Piyanoda Fazıl Say var. Onun dışındaki bütün sesleri ben çıkarıyorum. Yedi farklı sesim var o şarkıda.
Fazıl Say'ın Bilkent'teki konserine kot pantolon ve sabo terlikle çıkmışsınız. Zevksizlikten mi, sıra dışı olmak için mi?
(Gülüyor) Yok hayır. Onlar sabo değildi ama öyle görünmüş olabilir. Bence gayet şıktım. Ama benden başka herkes simsiyah giyinmişti. Benim dışımda Fazıl Say'ın diğer genç yetenekleri de vardı. Ben koyu renk bir pantolon, bordo ceket ve krem rengi ayakkabı giymiştim, ondan öyle algılandı galiba.
Gerçi görmedim ama kulağa pek şık gelmiyor tarifiniz!
Evet, kulağa hoş gelmiyor farkındayım ama görseniz beğenirsiniz bence.
Peki. Ben bestenizi dinledim ama tanımlayamıyorum. Yaptığınız müziğin türü ne?
Etnik-caz, etnik-pop belki. Nasıl tanımlayabilirim, ben de bilmiyorum.
Bu arada soyadınızın anlamı nedir?
Kendi seçimim. Eğer bir soydan söz ediyorsak bu geldiğim yer olmalı diye düşündüm. Edirneli olduğum için de Adrianapolis'e gönderme yaptım. Adrianapolis'in Adrian'ını aldım. İbrahim Tatlıses'lerin döneminden olsaydım Cem Çokses olurdum herhalde